
YARATILANI HOŞ GÖR, YARATAN'DAN ÖTÜRÜ
Cuma Sohbetleri
Bir gün Allah Resûlü mescitte otururken bir bedevî içeri girdi. İki rekât namaz kıldıktan sonra, “Allah’ım! Bana ve Muhammed’e merhamet eyle, bizimle birlikte başkasına merhamet etme!” diye dua etti. Bedevînin bu garip duasını işiten Hz. Peygamber, engin hoşgörüsüyle gülümsemekten kendini alamadı ve, “Sen, geniş olan (rahmeti) daralttın!” dedi. Bir süre sonra bedevî mescidin bir köşesine çekilerek bevletmeye başladı. Onun bu hâlini gören ashâb engellemek için öfkeyle ona doğru koştular. Fakat Resûlullah, ashâbına onu bırakmalarını ve bevlettiği yere bir kova su dökmelerini söyledi. Sonra şöyle buyurdu: “Siz kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz, zorlaştırıcı olarak değil.” (T147 Tirmizî, Tahâret, 112; D380 Ebû Dâvûd, Tahâret, 136) Hz. Peygamber bedevîye ne kızmış ne de kötü bir söz söylemişti. Aksine ona yine hoşgörüyle yaklaşıp mescitte böyle yapılmaması gerektiğini söyleyerek hatasını anlatmaya ve benimsetmeye çalışmıştı. Nitekim bu tutumu sonuç vermiş, bedevî yaptığı hatanın farkına varmıştı. (İM529 İbn Mâce, Tahâret, 78; HM10540 İbn Hanbel, II, 503)
“Hoşgörü”, diğer bir ifadeyle “müsamaha”, sevgi temeline dayanan ahlâkî bir erdemdir. Hoş görmek; kolaylık göstermek, iyi karşılamak, ayıplamamak, hatayı görmezden gelmek, kırıcı ve aşağılayıcı olmamak, affedici olmak, kendi anlayışımıza aykırı olan görüşleri sabırla karşılamak demektir. Hoş görmek; affedilebilecek kusurları düzeltme hususunda insanlara fırsat tanıma, samimi bir niyetle yardımcı olma ve onları anlayışla karşılamayı gerektirir. Dolayısıyla hoşgörü, ne katlanma, tahammül etme gibi samimiyetsiz bir tavır ne de görmezlikten gelme, aldırış etmeme gibi sorumsuzca bir tutumdur. Aksine kişinin kendi irade ve tercihi doğrultusunda ortaya çıkan ahlâkî bir meziyettir. Hoşgörünün varlığından söz edilebilmesi için hoş görenin, hoş gördüğü şeyi bastırabilecek ya da engelleyebilecek güce sahip olması, fakat o gücü kullanmamayı yeğliyor olması gereklidir. Aksi takdirde hoşgörüden bahsedilemez.
Kur’an-ı Kerim’de doğrudan hoşgörü ya da müsamaha anlamına gelen bir kelime bulunmamakla birlikte onlarla yakın anlam ifade eden “safh” sözcüğü yer almaktadır. Safh; bir kimseyi suçu, günahı ya da kabahati nedeniyle kınamayı, azarlamayı, ona serzenişte bulunmayı veya onun suçunu, günahını ya da kabahatini dile getirmeyi terk etmek demektir. Bu nedenle safh sözcüğü dilimize hoşgörü şeklinde de çevrilmiştir. Allah Teâlâ, “Kitap ehlinden birçoğu, hakikat kendilerine apaçık belli olduktan sonra dahi, içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi, imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. Siz şimdilik, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedin, hoşgörün. Şüphesiz Allah, gücü her şeye hakkıyla yetendir.” (Bakara, 2/109) buyurmaktadır. Zira insan bazen bir kimseyi suçu, günahı ya da kabahatinden dolayı affedebilir ama onu kınamayı ya da ona serzenişte bulunmayı bırakmayabilir. (RM6 Râğıb el-İsfahânî, Müfredât, s. 862.)
Hoşgörü, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber’in (Enbiyâ, 21/107) davranışlarının özüdür. Allah Resûlü, İslâm’ı yaymadaki başarısını, öncelikle hoşgörü ve müsamahası ile elde etmiştir. Zira Kur’an’da şöyle buyrulmuştur: “Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi.” (Âl-i İmrân, 3/159) Allah Teâlâ’nın, dinde zorlama olmadığını, (Bakara, 2/256) eğer dileseydi yeryüzündeki herkesin iman edeceğini, (Yûnus, 10/99) Hz. Peygamberin zorlayıcı değil ancak öğüt verici (Ğâşiye, 88/21-22) ve tebliğci (Şûrâ, 42/48) olarak gönderildiğini vurgulaması da insanlarla ilişkilerde asıl olanın hoşgörü ve müsamaha olduğunu göstermektedir.
İnsanlar arasında sevgiyi celbeden, kin ve nefreti ortadan kaldıran hoşgörü erdeminin en güzel örnekleri, Kur’an’da, “yüce bir ahlâk üzere olduğundan” (Kalem, 68/4) övgüyle bahsedilen Kutlu Nebî’nin hayatında görülmektedir. Hz. Âişe’ye Sevgili Peygamberimizin ahlâkı sorulunca o, şöyle demiştir: “O, (söz ve fiillerinde) kaba biri değildi. Çarşı ve pazarlarda bağırıp çağırmaz, kötülüğe kötülükle karşılık vermez, buna karşılık affeder ve hoşgörülü davranırdı.” (T2016 Tirmizî, Birr ve sıla, 69; HM25931 İbn Hanbel, VI, 174) Nitekim Yüce Allah da öfkelerini yenip insanları affedenleri, takva sahibi kimseler olarak nitelendirmektedir. (Âl-i İmrân, 3/133-134)
Hoşgörü ortamının oluşması için insanların birbirini sevmesi gerekir. Çünkü hoşgörüyü besleyen, sevgidir. Sevginin olduğu yerde hoşgörü, sevgisizliğin olduğu yerde tahammülsüzlük vardır. Allah Resûlü, insanları sevmenin imanın bir gereği olduğuna dikkat çekmiştir. (M194 Müslim, Îman, 93; D5193 Ebû Dâvûd, Edeb, 130-131)
Bir kimse diğer insanlardan hoşgörü ve müsamaha görebilmek için öncelikle kendisi, başkalarına hoşgörülü ve müsamahakâr davranmalıdır. Çünkü kişi, başkalarına hoşgörülü davrandığı ölçüde müsamaha görecek, davranış ve düşünceleri anlayışla karşılanacaktır. Bu prensip Hz. Peygamber tarafından, “Hoş gör ki, hoş görülesin.” (HM2233 İbn Hanbel, I, 249) şeklinde özetlenmiştir. Aksi hâlde kendimize yapılmasına tahammül etmediğimiz davranışları başkalarına yaparak insanlardan hoşgörü bekleyemeyiz. Tek taraflı olarak hoşgörü beklemek, bu erdemi suiistimal eden bencilce bir davranıştır. Resûlullah bu gerçeği, “Hiçbiriniz kendisi için istediğini (mümin) kardeşi için de istemedikçe (gerçek manada) iman etmiş olmaz.” (B13 Buhârî, Îmân, 7; M170 Müslim, Îman, 71) hadisiyle ifade etmiştir.
İslâm’ın önemli ahlâkî erdemlerinden biri olan hoşgörüye; ailede, binada, sokakta, okulda, işyerinde kısaca insanlarla iletişim kurulan her ortamda ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç, özellikle ticari ilişkilerde kendini daha çok hissettirmektedir. Çünkü insanlar arasındaki anlaşmazlıkların büyük çoğunluğu, alacak verecek yüzünden ortaya çıkmaktadır. Bunun için Allah Resûlü, insanlara ticaret hayatının her safhasında hoşgörülü ve kolaylaştırıcı olmayı öğütlemiş ve şöyle buyurmuştur: “Allah, satışın, alışın ve borç ödemenin müsamahalı olanını sever.” (T1319 Tirmizî, Büyû’, 75) Hatta Allah Teâlâ’nın sırf alışverişte insanlara müsamahalı davranmasından dolayı cehennemlik bir adam hakkında, “Kullarıma müsamaha gösterdiği gibi siz de (bu) kuluma müsamaha gösterin!” buyuracağını söyleyerek bu hususta kolaylaştırıcı olmaya teşvik etmiştir. (HM15 İbn Hanbel, I, 4) Nitekim kendisi de bazı alacaklılarının kaba davranışlarına aynı şekilde karşılık vermemiş ve borcunu onlara en güzel şekilde ödemiştir. (B2306 Buhârî, Vekâlet, 6; İM2426 İbn Mâce, Sadakât, 17; BS11466 Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VI, 81)
Hoşgörü, aile hayatının vazgeçilmez unsurlarından biridir. Aile fertleri birbirlerine karşı sevgi, saygı, hoşgörü ve müsamaha prensibine göre hareket ederek huzurlu ve mutlu aile ortamları oluşturabilirler. Huzurlu ailelerden oluşan toplum da huzurlu olur. Resûl-i Ekrem eşleriyle olan ilişkilerinde hoşgörü prensibine göre hareket etmiş ve onların bazı hatalı davranışlarını müsamaha ile karşılamıştır. Nitekim bir gün Allah Resûlü’ne yemek hazırlayan Hz. Âişe, o sırada Peygamberimizin diğer eşlerinden Hz. Hafsa’nın da bir yemek pişirerek kendisinden önce ikram etmesini kıskanmıştı. Hz. Hafsa’nın cariyesi yemeği tam Resûlullah’ın önüne koyacağı sırada Hz. Âişe onun eline vurdu ve tabak düşüp kırıldı. İçindeki yemek de döküldü. Bunun üzerine Resûlullah, tabağın parçalarını birleştirdi, dökülen yemeği topladı ve yanında bulunan ashâbına, “Anneniz kıskandı.” dedi. Ardından kırılanın yerine başka bir sağlam tabağı eşi Hafsa’ya gönderdi. (B5225 Buhârî, Nikâh, 108) Hz. Âişe, bu olay üzerine Resûlullah’ın mübarek yüzünde herhangi bir olumsuz tavır görmediğini ifade etmiştir. (İM2333 İbn Mâce, Ahkâm, 14)
Hz. Peygamber’e on yıl hizmet eden genç sahâbîlerden Enes b. Mâlik de onun hoşgörüsüne dair bir anısını şöyle anlatır: “Allah Resûlü, insanlar içerisinde ahlâkı en güzel olanı idi. Bir gün beni bir iş için gönderdi. Ben, ‘Allah’a yemin olsun ki gitmem.’ dedim. Oysa içimde Resûlullah’ın emrettiği işe gitme niyeti vardı. Derken bu iş için yola koyuldum. Sokakta oynayan çocuklara rastladım (ve onlarla birlikte oyuna dalıp işimi unuttum). Bir de baktım ki, Allah Resûlü arkamdan başımı tutmuş gülümseyerek duruyordu. Bana, ‘Ey Enescik, sana emrettiğim yere git haydi!’ dedi. Ben de, ‘Peki Yâ Resûlallah, hemen gidiyorum.’ dedim.” (M6015 Müslim, Fadâil, 54; D4773 Ebû Dâvûd, Edeb, 1) Enes b. Mâlik devamında şöyle dedi: “Allah’a yemin olsun ki, ben kendisine on yıl hizmet ettim. Yaptığım bir işten dolayı, ‘Niye böyle yaptın?’, yapmadığım bir işten dolayı da, ‘Niçin böyle yapmadın?’ dediğini hatırlamıyorum.” (B2768 Buhârî, Vesâyâ, 25)
Enes b. Mâlik’in anlattığı bir başka hatırasında, bir bedevî Hz. Peygamber’e gelerek kaftanını şiddetle çekmiş ve kendisine bir şeyler verilmesini istemişti. Resûlullah, canını acıtmasına rağmen, bedevînin bu kaba davranışına olumsuz bir tepki göstermemiş, hatta ona şefkatle bakıp gülümsedikten sonra kendisine bir miktar mal verilmesini emretmişti. (B5809 Buhârî, Libâs, 18; M2429 Müslim, Zekât, 128) Görüldüğü üzere hoşgörü, yerine göre kişinin gücü, kuvveti ve öfkesini kontrol altına almasını da ifade etmektedir.
Yumuşak huyluluk, güzel ahlâkın ve hoşgörünün belirtisidir. İnsanlar arasındaki kin ve nefret, yumuşak huylulukla giderilebilir. Hz. Peygamber, “rıfkın” yani yumuşak huyluluğun hangi işte bulunursa onu güzelleştireceğini, bulunmayanı da çirkinleştireceğini ifade etmektedir. (M6602 Müslim, Birr ve sıla, 78) Nitekim Yüce Allah da her işte rıfk ile muamele etmeyi sever (B6024 Buhârî, Edeb, 35; M5656 Müslim, Selâm, 10) ve kullarına karşı son derece yumuşak davranır. Şiddet karşılığında vermediğini yumuşaklık karşılığında verir. (M6601 Müslim, Birr ve sıla, 77; D4807 Ebû Dâvûd, Edeb, 10) Resûlullah cana yakın, yumuşak huylu ve kolaylaştırıcı kimselerin cehennem ateşinden uzak olacağını, (T2488 Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 45; HM3938 İbn Hanbel, I, 414) yumuşak huydan mahrum kimsenin ise hayırdan da mahrum kalacağını bildirmiştir. (M6598 Müslim, Birr ve sıla, 74)
İnsanların ayıplarını/kusurlarını araştırmamak ve görünce de onları gizlemek İslâm ahlâkının önemli prensiplerinden biridir. “Kim dünyada bir kulu(n ayıbını/kusurunu) örterse, Allah da kıyamet günü onu(n ayıbını/kusurunu) örter.” (M6595 Müslim, Birr ve sıla, 72) buyuran Allah Resûlü, gayr-i ihtiyarî yellenen bir kişiye gülmeleri sebebiyle ashâbına öğüt vermiş ve: “Sizden biriniz, kendisinin de yapageldiği böyle bir işe niçin gülmektedir?” (B4942 Buhârî, Tefsîr, Şems, 1; M7191 Müslim, Cennet ve sıfât’u naîmihâ ve ehlihâ, 49) diyerek bu gibi hâllerde görmezlikten ve duymazlıktan gelmeye, insanları utandırmamaya çağırmıştır.
Hoşgörü, bilgi eksikliğinin olduğu yerde de devreye girer. Nitekim Hz. Peygamber bir defasında aksıran birine namazda iken, “Yerhamukâllah! (Allah sana rahmet etsin!)” diye dua eden Muâviye b. el-Hâkem es-Sülemî’ye namazda böyle bir şey yapılmaması gerektiğini söylemiş ve ashâbın tepkisine rağmen onu nazikçe uyarmakla yetinmişti. Allah Resûlü’nün hoşgörü esasına dayalı bu eğitim tarzından oldukça etkilenen Muâviye, “Anam babam ona feda olsun. Ne ondan önce ne de sonra kendisinden daha hayırlı bir muallim asla görmedim. Vallahi beni ne eleştirdi, ne de bana kızdı!” demekten kendini alamamıştı. (M1199 Müslim, Mesâcid ve mevziu’s-salât, 33) Yine Ramazan ayı içerisinde yaptığı zıhâr yeminini bozduğu için kavmi tarafından sert eleştirilere maruz kalan fakir sahâbî Seleme b. Sahr, durumunu Hz. Peygamber’e anlatmış, o da kendisine anlayışla yaklaşarak sorununu çözüme kavuşturmuştu. Bunun üzerine kavmine dönen Seleme onlara şöyle dedi: “Ben, sizde dar görüşlülük ve anlayışsızlık; Resûlullah’da ise hoşgörü ve anlayış buldum.” (D2213 Ebû Dâvûd, Talâk, 16-17; T3299 Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 58)
İslâm’ın hoşgörü anlayışı, kolaylık prensibi olarak dinî yükümlülüklerde de yerini almıştır. Allah Resûlü, bir mağarada karşılaştığı dünyadan el etek çekmiş bir adama özenerek onun gibi yaşamak için kendisinden izin isteyen bir sahâbîye, “Ben Yahudilik ve Hıristiyanlıkla değil, müsamahakâr Hanif Dini’yle gönderildim.” (HM22647 İbn Hanbel, V, 266) buyurarak İslâm’ın tevhid yönüyle birlikte kolaylık ve müsamaha dini oluşunu da vurgulamıştır. Zira din kolaylıktır. Kim dini zorlaştırırsa, din mutlaka ona galip gelir. (B39 Buhârî, Îman, 29) Dolayısıyla ruhbanlık gibi dünyevî işlerden tamamen uzaklaşarak kendini sadece dine adamak vb. aşırı davranışlar, İslâm’ın yükümlülük anlayışına aykırıdır. Hâlbuki Allah (cc), kulları için ancak kolaylık diler, zorluk dilemez. (Bakara, 2/185) Ruhbanlıkta ise Allah Teâlâ’nın bu hoşgörü ve müsamahasına rağmen insanın doğal ihtiyaçlarından kendini mahrum etmesi söz konusudur.
İbadetlerde kolaylık prensibini ilke edinen Allah Resûlü sefere çıktığında bazen oruç tutar, bazen tutmazdı. (B1948 Buhârî, Savm, 38; M2609 Müslim, Sıyâm, 89) Hatta seferde oruç tutmanın gerçek anlamda Allah’ın emrine itaat olmadığını belirterek bu konuda kendilerini zorlayanlara uyarıda bulunmuştu. (B1946 Buhârî, Savm, 36; M2612 Müslim, Sıyâm, 92) Hz. Peygamber’in cemaatin durumunu gözeterek namazı hafif kıldırması, (B706 Buhârî, Ezan, 64; M1056 Müslim, Salât, 192) hac esnasında bilmezlikten kaynaklanan bazı hataların ibadete zarar vermeyeceğini ifade etmesi (B1722 Buhârî, Hac, 125; M3157 Müslim, Hac, 328) de onun kolaylığı tercih etmesinin diğer örneklerindendi.
Peygamberimizin yaşadığı dönemde Müslümanlar arasında dinî hoşgörü vardı. Dinin ruhsat verdiği konularda bu ruhsatı kullananları kimse kınamaz ve ayıplamazdı. Çünkü ibadetlerde kolaylık ve ruhsat tanınması, dinî hoşgörünün yansımasıydı. Mesela Ramazan ayında sefere çıkıp da kendisinde tutabilecek gücü bulan kimse oruç tutar, bu gücü kendinde görmeyen ise oruç tutmazdı. Her iki grup da birbirini hoşgörüyle karşılar, kimse kimseyi ayıplamazdı. (B1947 Buhârî, Savm, 37; M2618 Müslim, Sıyâm, 96)
Kutlu Nebî’nin hoşgörü anlayışı, sadece Müslümanları değil, bütün insanları kucaklayacak genişlikteydi. Özellikle diğer din mensuplarının kendi inançlarını serbestçe yaşayabilmeleri ve ibadetlerini rahatça yapabilmeleri hususunda her türlü kolaylığı göstermişti. Çünkü inanç ve ibadet özgürlüğü insanların vazgeçilmez haklarındandı. Bu haklar saygı görmeli, korunmalı ve yüceltilmeliydi. Allah Resûlü, Medine’ye hicretle birlikte temelleri atılan İslâm Devleti’nin lideri olarak daha ilk günden beri Müslümanlar haricindeki diğer din mensuplarına da anlayışla yaklaşmıştı. Nitekim İslâm’ın ilk anayasası olarak addedilen Medine Sözleşmesi’ne Ensar ve Muhacirlerin yanı sıra Yahudi kabilelerinin de katılmasını uygun bulmuştu.
Hz. Peygamber farklı inançlara hoşgörünün en ulvî örneğini Mekke’nin Fethi sırasında göstermişti. Mekke halkına haklarında ne yapacağını düşündüklerini sorduğunda Kureyşliler ona, “(Senden) iyilik(ten başka bir şey beklemiyoruz)! Sen, kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun!” diye cevap vermişlerdi. Bunun üzerine Resûlullah engin hoşgörüsüyle, “Haydi, gidiniz! Artık serbestsiniz.” (BS18785 Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IX, 195) buyurarak yıllarca hiçbir hakaret ve eziyeti yapmaktan geri durmayan müşriklere büyük bir insanlık dersi vermişti.
“Heyetler Yılı” olarak anılan Hicret’in dokuzuncu yılında ise Necrân Hıristiyanlarının temsilcileri Medine’ye gelmişlerdi. Resûlullah’la görüşmek için Mescid-i Nebevî’ye girdiler. İbadet vakitleri gelince doğu istikametine dönüp ibadet etmeye hazırlandılar. Sahâbîler onlara engel olmak istediler. Fakat hoşgörü peygamberi, onların serbest bırakılmasını ve ibadetlerini yapmalarına müsaade edilmesini emretti. (ST1/357 İbn Sa’d, Tabakât, I, 357) Hıristiyanların, Müslümanların mescidinde ibadet etmesi, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimizin evrensel hoşgörüsünün yansımasıydı.
Dinde zorlama yoktur. (Bakara, 2/256) Dileyen inanır, dileyen inanmaz. (Kehf, 18/29) Herkesin, istediği dini seçme hakkı vardır. İnanması için hiç kimse hatta peygamber bile olsa (Yûnus, 10/99) bir başkasına baskı yapamaz. Münferit olaylar hariç, tarihte İslâm devletleri hiçbir tebaaya Müslüman olması için baskı yapmamıştır. Bunun neticesinde Peygamberimiz döneminden günümüze kadar gayr-i müslim tebaa, İslâm coğrafyasında dinlerini yaşamaları hususunda hiçbir zorlukla karşılaşmamışlardır. Hangi dinden olursa olsun herkes, devlete bağlı kalmak şartıyla vatandaş kabul edilmiştir. Bunun içindir ki, geçmişte İslâm coğrafyasında yaşayan pek çok gayr-i müslim halk, hiçbir asimilasyona maruz kalmadan kendi din ve kültürlerini yaşayarak günümüze kadar gelmişlerdir.
İslâm’ın ve Müslümanların gayr-i müslimlere göstermiş olduğu hoşgörü, onların gönüllerini fethetmiş ve kendi din mensuplarıyla olan ilişkilerinde Müslümanları tercih eder olmuşlardı. Nitekim 647-657 yılları arasında Nastûrî Patriği olan 3. İşûayheb bir arkadaşına yazdığı mektupta kendilerine yapılan iyi muameleyi şöyle ifade etmektedir: “Allah’ın idareyi kendilerine verdiği şu Araplar… Bizlere hiç zulmetmediler. Gerçekten onlar dinimize ve din adamlarımıza hürmet gösterdiler, kilise ve manastırlarımıza yardım ettiler.” (Thomas, Bishop of margâ, The book of governers, editör E.A. Wallis Budge, London, 1893, II/156; Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev. Salih Tuğ, İrfan Yay., İstanbul, 2003, II/920)
İslâm ahlâkının en önemli prensiplerinden olan hoşgörü ve müsamaha sonsuz olmayıp onun da belli sınırları vardır. Çünkü sonsuz hoşgörü, hoşgörünün sonu olur. Bu nedenle mutlak mânada hoşgörü yoktur ve hoşgörülü olmak, her şeyi hoş görmek demek değildir. Nitekim Hz. Peygamber, Allah’ın yasakladığı hiçbir haramın işlenmesine, hiçbir hakkın gasp edilmesine, insanların İslâm’dan uzaklaştırılmasına, aile mahremiyetinin ihlal edilmesine, hiçbir haksızlığa, zulme ve iftiraya müsamaha göstermemiştir. (B6064 Buhârî, Edeb, 57; B6857 Buhârî, Hudûd, 44; M4525 Müslim, Cihâd ve siyer, 6; M6576 Müslim, Birr ve sıla, 56) Çünkü hoşgörü kapsamı dışında tutulan bu tür davranışlara müsamaha gösterilmesi, toplumsal düzenin bozulmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla bunlara hoşgörü gösteren kimse erdemli bir insan olarak değerlendirilemez.
Bireye ve topluma karşı işlenen bazı suçlar; yasalara uymamak, inançlara hakaret ve kişilerin maddî ve manevî şahsiyetlerine karşı işlenen suçlar, hoşgörü kapsamı dışındadır. Hoşgörüde esas prensip, ötekinin maddî ve manevî varlığına zarar vermeyen davranış ve düşüncelere saygı göstermektir. Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz birine gösterilecek müsamaha, binlerce masum insanın hukukuna tecavüz demektir. Dengeli davranılmadığı takdirde hoşgörü ve müsamaha, fayda yerine zarar verebilir.
Allah Resûlü, cezayı gerektiren bir suç işlendiğinde, eğer mağdur tarafın affıyla düşen bir ceza değilse, suçluya gereken cezayı mutlaka tatbik etmiştir. Çünkü hoşgörü adı altında cezaları affetmek, ferdin ve toplumun hukukuna karşı saygısızlık yapmaktır. Özellikle kamu hukukuna yönelik işlenen suçlara gösterilecek hoşgörü, toplumsal düzenin bozulmasına yol açar. Bu konuda hoşgörü beklemek, hoşgörüyü suiistimaldir. Nitekim Hz. Peygamber, Mahzumoğulları’nın ileri gelenlerinden Fâtıma adlı bir kadın hırsızlık yaptığında, aracıların ricalarına rağmen cezasının kaldırılmasını kabul etmemişti. (B3475 Buhârî, Ehâdîsü’l-enbiyâ, 54; İF1/338 İbn Hacer, Fethu’l-bârî, I, 338)
Hoşgörünün amaçlarından biri de yapılan hatanın bir daha tekerrür etmemesi ve kişiyi eğitmesidir. Eğer hoşgörü, kişiyi aynı hatayı bir daha yapmaya cesaretlendiriyor veya vurdumduymazlığa, iyi niyeti suiistimale götürüyorsa, bu durumda hoşgörülü olunamaz.
Hoşgörü, önemli bir ruh disiplinidir. Hoşgörü, kişinin her türlü haksızlığa, zulme, ahlâksızlığa, tecavüze ve kötülüğe boyun eğmesi ve rıza göstermesi ya da kendi inançlarından, kendi öz benliğinden feragat etmesi demek değildir. Bilakis farklı düşüncelere, farklı kimliklere, farklı tabiatlara ve farklı davranışlara anlayış ve saygıyla bakabilme; bu farklılıklarla birlikte bir arada yaşamaya alışabilmedir. Bu nedenle farklılıkları düşmanlık ve nefret sebebi olarak görmek yerine zenginlik olarak kabul etmek gerekir. İnsanların farklı dil ve renklerde yaratılmaları Allah’ın âyetlerindendir. (Rûm, 30/22) Ancak bu farklılıklara rağmen göz ardı edilmemesi gereken ortak bir özellik vardır. O da en güzel biçimde yaratılan (Tîn, 95/4) insanın en şerefli varlık kılınmasıdır. (İsrâ, 17/70 )
Hoşgörü, günümüzde söylem olarak sıkça gündeme getirilmekle beraber uygulamaya geçirilmesi oldukça zor bir erdemdir. Bununla birlikte giderek küreselleşen dünyada hoşgörüye olan ihtiyaç artık kendini daha da çok hissettirmektedir. Gün geçtikçe artan katliamlar, şiddet ve terör olayları, hoşgörüsüzlüğün, tahammülsüzlüğün ne kadar ciddi bir problem olduğunu gözler önüne sermektedir. Yaşanan bütün din, ırk ve mezhep düşmanlıklarının temelinde de aynı şekilde hoşgörüsüzlük söz konusudur. Hâlbuki hoşgörü erdemi, hakkıyla yerine getirildiği takdirde gerçek anlamda ilerleme ve medenileşmenin en önemli etkenlerinden biridir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Allah bir kavmin (milletin) devamını ya da gelişmesini dilerse, onları hoşgörü ve iffetle rızıklandırır.” (MÜ19 Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, 1/34)
Esas itibariyle hoşgörü, insanın başta hemcinsleri olmak üzere canlı cansız bütün varlıklara sevgi, şefkat, merhamet ve anlayışla yaklaşması, müsamaha göstermesidir. Yunus Emre’nin dediği gibi:
“Elif okuduk ötürü, Pazar eyledik götürü, Yaratılanı hoş gördük, Yaratan’dan ötürü.”