
VAKIFLARIN ÖNEMİ ( VAKIF MEDENİYETİ )
Cuma Sohbetleri
Sevgili Edirneliler ! Edirne şanlı tarihimizin en nadide eserleri ile süslü bir koca çınar, “insanı yaşat ki devlet yaşasın” anlayışının kök saldığı ve o kökten birçok vakıf eserlerinin yükseldiği muhteşem beldedir. Aynı zaman da Edirne vakıf eserlerinin amacının dışın da kullanıldığı birçok eserin bu anlam da mahzun olduğu şehirdir.
Doğru oturup doğru konuşmamız gerekir. Sadece küçük bir örnek olması açısından ; Selimiye camii haziresinde bulunan iki müze, aslın da mekan olarak Dar’ul hadis ve Dar’ul kurra olarak yapılmıştır. Yani buraları hadis ve kıraat ilimlerinin tahsil edilmesi için inşa edilen iki yerdir…
Değerli dostlar bilmeliyiz ki vakıflar, ahiret kazancımızı yücelten, aynı zaman da ahiretimizi mahvedecek olan müesseselerdir. Tüm vakıf eserlerinin aslına uygun kullanılması bizlere yüklenmiş önemli bir emanettir.
Bu emanetin değerini bilen Edirne il Müftülüğü ve Türkiye Diyanet Vakfı Edirne şubesi sizlerin de desteğiyle bir bütün halin de, vakıf medeniyetinin birer evlatları olarak çalışmalarını sürdürmektedir. bu bağlamda verdiğiniz destek korunmalı ve devamlılığı sağlanmalıdır.. Eğitimde ve sosyal içerikli faaliyetlerde ( vekalet yoluyla kurban kesimi, derilerin toplanılarak gelirinin bu amaçla kullanılması …vb ) siz Edirneli kardeşlerimizden son derece destek gördük ve bu destek her yıl artmaktadır.
Diyanet vakfı Edirne şubesinin ve genel olarak Türkiye Diyanet vakfının çalışmalarını http://www.diyanetvakfi.org.tr/ sitesinden öğrenebilirsiniz. Sadece bu yıl Diyanet İşleri Başkanlığı işbirliği ile Türkiye Diyanet Vakfı tarafından gerçekleştirilen 2017 yılı Kurban Programı kapsamında 257 bin 789 hisse kurbanın yurtiçinde 260 il ve ilçe merkezinde, yurtdışında ise 139 ülkenin 450 bölgesinde kesilerek ihtiyaç sahiplerine ulaştırıldı.
Vakıf denilince özellikle şu bilgiler aktarmak durumundayım;
Kaynaklar, ilk vakfın Rasul-i Ekrem (s.a.v) tarafından kurulduğunu naklediyor. Evet, ilk vakfı O kurdu, bir hizmet şemsiyesi olarak asırlar boyunca müslümanlar ayakta tuttu. Ölümden sonra devam edecek bir sevap kapısı olarak evlerini, tarlalarını, bahçelerini vakfettiler. Bu vakıflarla eğitimden sağlığa, dul ve yetimlerden yolda kalmışlara, kısaca akla gelebilecek her ihtiyaç sahibine ve sahasına hizmet verdiler.
Vakıf İslâm hukukunda şöyle tarif edilir: Bir malı başkalarının sahiplenemeyeceği şekilde mülkiyetini Allah’a ait kılarak, kullanım hakkını tasadduk etmektir.
İlk vakfın Rasul-i Ekrem (s.a.v) tarafından kurulduğu rivayet edilir. Kaynaklarda bildirildiği üzere, Muhayrık isimli yahudi bir zat Uhud harbine katılmış ve ölümü halinde bütün mallarının Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e teslim edilmesini, O’nun da dilediği şekilde bu malları kullanmasını vasiyet etmişti. Muhayrık vefat edince, Efendimiz (s.a.v) da ondan kalan bahçeleri çeşitli hayır işlerine vakfetmişti.
Mallarıyla ilk vakfın yapıldığı Muhayrık’a gelince; garip ve derslerle dolu bir tecelli, müslüman olup olmadığı konusunda kesin bir bilgi bulunmuyor.
Dinimizdeki vakıfla ilgili hükümlere kaynaklık etmesi bakımından şu olay da önemlidir:
Hz. Ömer (r.a), Hayber’deki arazisiyle ilgili olarak Efendimiz (s.a.v)’e müracaat ediyor. Bu arazinin çok kıymetli olduğunu belirttikten sonra, ne yapacağı hakkında Allah’ın Elçisi’nden tavsiye istiyor. Efendimiz (s.a.v) de “Onu dilediğin şekilde kayıt altına al, gelirlerini ise tasadduk et!” buyuruyor. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a) o araziyi satılamayacak, hibe ve miras olunamayacak şekilde insanların faydalanmasına bırakıyor.
Tarihteki vakıflar, günümüzün sivil toplum örgütlerine benzer. Bu vakıflar vesilesiyle Müslüman toplumlarda birlik ve beraberlik sağlanmıştır. Vakıf hizmetleri canlı cansız bütün varlığa hizmet götürme düşüncesi etrafında şekillenmiştir. Kalbleri sevgi ve şefkatle dolu Osmanlı insanları kurduğu vakıflarla sadece insanı değil, kuşları bile düşünmüştür. Kuşların barınması için yaptırılan ‘kuş evleri’ bol güneş alan rüzgârsız cephelerin yüksek yerlerine yerleştirilmiştir. Bu inceliği gösteren milletimiz elinin uzandığı her yerde kurduğu vakıf müesseseleriyle toplumun ihtiyaçlarını gidermeye çalışmıştır.
16. asır başlarında Osmanlı topraklarının beşte birini vakıf arazileri oluşturmaktaydı. Osmanlı döneminde kayıtlara geçen vakıf sayısı 26.300 civarındadır. Osmanlı Devleti’nde din, dil ve ırk farkı gözetilmeksizin gerçekleştirilen vakıf hizmetlerine gayrımüslimler bile bîgane kalmamıştır. Fransız Comte de Bonneval: “Osmanlı ülkesinde, verimsiz ağaçların sıcaktan kurumasına meydan vermemek üzere, her gün sulanmaları için işçilere para vakfedecek kadar çılgın Türkler görmek mümkündür.” der.1
1550’li yıllarda Avusturya elçisi Busbeck ise: “Türkiye’de her şey insanileşmiş, her katı yumuşamıştır. Hayvanlar bile.” ifadeleriyle bunu doğrular. Osmanlı topraklarına yaptığı seyahati yazıya döken Hans Lewenklaw: “Türkler, yalnızca yoksullara karşı iyiliksever olmakla yetinmezler; onlar caddeleri onarırlar, yolcuların istifade etmesi için çeşmeler yaparlar; Müslüman olsun olmasın herkesin iyiliği için, hastahane, otel, hamam, köprü ve cami inşa ettirirler.”2 şeklindeki tespitleriyle Osmanlı’daki vakıf anlayışının çerçevesini çizmeye çalışır.
Moradjea D’ohsson’a göre bu köklü hayırseverliğin menşei İslâmdır. D’ohsson eserinde sözlerini şöyle noktalar: “Kur’ân, Türkleri, dünyanın en hayırseveri hâline getirmiştir.”3
2. Mahmut’un: “Ben tebâmın Müslümanını câmide, Hristiyanını kilisede, Mûsevisini de havrada fark ederim, aralarında başka bir fark yoktur, cümlesi hakkında muhabbet ve adâletim kavidir ve hepsi hakiki evlâdımdır.”4 şeklindeki beyanı da, D’ohsson’nun sözlerini doğrulamaktadır.
Osmanlı toplum yapısında Katolik, Ermeni, Rum, Gregoriyan vs. gibi başka dinlere mensup vatandaşların mahalleleri, Müslümanlarınkinden genelde ayrı idi. Bununla beraber zaman zaman Müslümanlarla gayrı müslimlerin aynı mahallede oturdukları da oluyordu. Müslümanlarla gayrı müslimlerin ayrı mahallelerde oturmaları eşitsizlik gibi görünse de, bu yerleşim düzeni sayesinde azınlıklar kendi inançlarını açıktan ve rahat bir şekilde yaşama imkânı bulmuş; Müslüman halk içerisinde asimile olmadan kendi kültürlerini yaşatabilmişlerdir.
Diğer bir seyyah Jean Thevenot, bu hususla alâkalı tespitlerini şöyle ifade eder: “Türkler çok yardımseverdir. Onlar dinlerine bakmaksızın, bütün düşkünlere yardım ettiklerinden toplumda dilenci sayısı azdır: Yalnızca zenginlerin verdiği sadakaların dilencileri yok ettiğini söylemiyorum; ancak bildiğim kadarıyla başka faktörler de vardır. Meselâ Büyük sultan tarafından desteklenen birçok Türk, az bir harcama ile yaşıyorlar, az çeşit ile büyük sofralar kuruyorlar, pilav, biraz et ve hoşaf hatırı sayılır bir ziyafet için yeterli oluyor. Diğer hayırseverler ise, varlıklarını, hastahane, köprü, kervansaray, ana yollara su getirme gibi işler için bağışlıyorlar. Birçok hayırsever daha hayatta iken kamu yapıları inşa ettiriyor; maddî imkânı pek iyi olmayanlar ise, ana yolların ve su hatlarının onarımı, su depolarının doldurulması gibi işlerde vazife alıyorlar. Buna da gücü yetmeyen fakir ve güçsüz kimseler yoldan geçen yabancılara yol göstererek hizmetten geri kalmıyorlar.”5
Osmanlı’da su ihtiyacı da büyük bir nispette vakıflar vasıtasıyla karşılanıyordu. Fatih zamanında Halkalı Köyü ile Cebeci Köyü arasındaki alandan, Kanûnî zamanında Belgrat Ormanı Havzası’ndan, 2. Abdülhamid zamanında ise Kemerburgaz tarafından İstanbul’a getirilen çeşme sularının hemen hepsi vakıf eserleri olarak inşa edilmiştir.6 Büyük hizmetlerin vakıflarla karşılandığı Osmanlıda yalnız askerî hizmetler (yollar, köprüler, kaleler, kışlalar, silâh fabrikaları) devlet tarafından veriliyordu.
Cami, mescit, çeşme, yol, köprü, kütüphane ve kabristan gibi hayır müesseselerini yoksul ve zenginler birlikte kullanırdı. Bununla birlikte vakıflar tarafından yaptırılan imaret, misafirhâne, ve hastahaneler doğrudan yoksullara hizmet veriyordu. Vakıfların kontrolündeki mektep ve medrese gibi eğitim kurumlarında (özellikle sıbyan mekteplerinde), fakirler öncelik hakkına sahipti. Sosyal hizmet vermek maksadıyla kurulan vakıflarda muhtaçlara aylık bağlanır, eğitim çağındaki öksüz ve yetim öğrenciler giydirilir, dul ve yetimler evlendirilir, kimsesiz şehit eşleri çocuklarıyla birlikte barındırılırdı.
Sultan Ahmed Camii İmareti’nde, sadece insanlar için değil, kuşlar için bile yerler yapılmıştı. İmaret vakfiyesinde, artmış ve yenmeyecek durumda olan yemeklerin kuşlar için yapılmış yerlere dökülmesi yazılı bulunmaktadır.7 Hayvanlara bile bu şekilde şefkat gösteren Osmanlı insanının, kendinden farklı kimselere ayrı muamele etmeleri söz konusu olamazdı. 1874 senesinde İstanbul’u ziyaret eden İtalyan seyyah Edmando De Amicis şunları söylemiştir: “Sultanların veya şahısların hayratıyla beslenen sayılamayacak kadar çok güvercin sürüsü var. Türkler, kuşları himaye edip beslerler. Kuşlar da onların evlerinin etrafında, denizin üstünde ve mezarların arasında şenlik eder. İstanbul’un her yerinde, insanın etrafında uçuşan kuşlar vardır.”8
1611 Haziran’ında Polonyalı rahip Simeon, Edirne’de şahit olduklarını şöyle anlatır: “İstanbul-Edirne yolunun iki tarafı kâmilen kaldırım döşelidir. Her dinlenme noktasında han, hastahane, kervansaray ve hamamlar vardır. Her menzildeki imâretlerde yolculara günde iki öğün bedava pilav, yahni (et), zerde ve iki fodla(ekmek) verilmektedir. Hayvanlar aynı şekilde bedâva bakılmaktadır. Kervan, bin kişilik olsa gene aynı ihtimam gösterilmektedir.”9 ( Ziyaettin Hilal ) Dipnotlar
1. Topbaş, O. Nuri, “Vakıf Hizmet İnfak”, İstanbul, 2002, s. 31, s. 29
2. Hans Lewenklaw, Von Amelbeurn,“Neuwe Chronica Turkiscer Nation..”Frakfurt, 1595
3. Kaynar, Reşat, “Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat”, Ankara 1985, s.100.
4. Moradjea D’Ohsson, “Tableau General del Empire Otoman”, (VI, 302)
5. Thevenot, Jean, “Voyage du Levant”, 1665 s. 82.
6. Sakaoğlu, Necdet, “Osmanlı Dünyasından Yansımalar”, s.256, 257, 258
7. Öz, Tahsin, “Yurdumuzda Tesis (vakıf)”, Vakıflar Dergisi (1973), X, 133.
8. Edmando De Amicis, İstanbul 1874, trc. Beynun Akyavaş, Ankara 1981, s.133
9. Öztuna, Yılmaz, X, 285 Büyük Türkiye Tarihi, 1978