
İslam'da 'AHDE VEFA' kavramı
Cuma Sohbetleri
İnsan; kulluk görevlerinde ve sosyal ilişkilerinde Kur’ân ve Sünnet’in ölçülerine uyabilirse sayılan, sevilen ve güvenilen erdemli bir insan olur. İnsanı erdemli yapan davranışlardan ikisi “ahde vefa” ve “yemine sadakat” gösterebilmektir. “Ahde vefa” ve “yemine sadakat”, Kur’ân ve Sünnette üzerinde ısrarla durulan iki davranıştır. Kur’ân’da bu iki erdem şöyle dile getirilmektedir:
“Sözleşme yaptığınız zaman, Allah’a verdiğiniz sözü yerine getirin. Allah’ı kendinize kefil kılarak pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın. Şüphesiz Allah yaptıklarınızı bilir. Br grub diğer gruptan daha güçlü diye yeminlerinizi aranızda bir aldatma aracı yaparak ipliğini iyice büktükten sonra geri çözen kadın gibi olmayın. Allah bu şekilde sizi imtihan etmektedir. Ve O, hakkında görüş ayrılığına düştüğünüz şeyleri kıyamet gününde size mutlaka açıklayacaktır." 1
Ayetlerde “ahd vefa” ve “yemine sadakat”; açık, seçik ve vurgulu bir şekilde anlatılmaktadır.
AHDE VEFA
“Ahd” kelimesi; söz vermek, anlaşma yapmak, vaat ve taahütte bulunmak; “vefa” kelimesi; sözünü tutmak, vaadini yerine getirmek, sözleşmeye uymak; “ahde vefa” terkibi ise; verilen söze ve yapılan sözleşmeye harfiyen uymak, sözleşmenin şartlarını yerine getirmek demektir.
Ayette geçen “Ahdüllah”, “Allah’a verilen söz” anlamına gelir. İnsan iman etttiği zaman Allah’a ve peygambere itaat edeceğine, dinî görevleri yerine getireceğine söz vermiş olur. Bu süzünü tutması imanının gereğidir. “Allah’a verilen söz”; hem namaz, oruç, zikir, dua ve yapılan adağı yerine getirmek gibi Allah’a karşı görevleri; hem de sözleşmelere uymak, verilen sözü tutmak, vaatleri yerine getirmek gibi insan haklarına yönelik görevleri ifade eder. Çünkü yüce Rabbimiz, kendisine verilen sözün yerine getirilmesini kesin bir dille emrettiği gibi (2) insanlarla yapılan sözleşmelere de hakkıyla uyulmasını emretmektedir:
“Allah’a verilern sözü yerine getirin.” (3)
“Ey iman edenler! Akitlerinizi hakkıyla yerine getirin.” (4)
“Verdiğiniz sözü tutun. Çünkü söz (veren sözünden) sorumludur.” (5)
Ayrıca Kur’ân’da hem Allah’a hem insanlara verdiği söze sadakat eden ve sözleşmelerine hakkıyla riayet eden kimseler övülmekte ve bu davranış, kendilerine cennet vaat edilen müminlerin bir özelliği olarak zikredilmektedir:
“Onlar (akıllı kimseler); Allah’a verdikleri sözü yerine getiren ve sözleşmeyi bozmayan kimselerdir.” (6)
“Onlar (kurtuluşa eren müminler), emanetlerine ve verdikleri sözlere riayet eden kimselerdir.” (7)
Ahde vefa gösteren müminler, Allah’ın sevgisine mazhar olururlar. (8)Buna mukabil ahde vefa göstermeyenler, “fasık” durumuna düşerler, ziyana uğrarlar (9) ve ahirette ilahî nimetlerden mahrum kalırlar:
“Şüphesiz, Allah'a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bahaya satanlar var ya, işte onların ahirette bir nasipleri yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temizlemeyecektir. Onlar için elem dolu bir azap vardır.” (10)
Verdiği sözü tutmayan ve sözleşmesine uymayan kimse bu davranışı ile bir takım dünyevî çıkarlar gözetiyor olabilir. Bu daha da kötü bir davranıştır. Kur’ân bunu “Allah’an verilen sözü az bir bahaya satmak” olarak ifade etmektedir:
“Allah’a verdiğiniz sözü az bir bahaya satmayın. Eğer bilirseniz, şüphesiz Allah katında olan (nimet ve mükâfatlar) sizin için daha hayırlıdır.” (11)
Ahde vefasızlığın dünyevî karşılığı ne kadar çok olursa olsun, ahirette elde edeceği sevaba göre az ve değersizdir.
Söze sadakat ve sözleşmelere riayet fert, alile ve toplum hayatı için çok önemli değerlerdir. Bu değerlerin zedelenmesi ve yitirilmesi fert, aile ve toplum hayatında onulmaz yaralar açar. Mesela memuriyete veya bir işe girerken yaptığı sözleşmeye daha sonra sadakatsizlik yapmak, hem çalışma barışını bozar ve verimi düşürür, hem de kişinin işten çıkarılmasına sebep olabilir. Ticarî sözleşmesine uymayan kimse yalnızlığa, güvenilmezliğe ve iflasa mahkûm olur. Sözünü tutmayan kimse arkadaşlarını ve dostlarını kaybeder. Aile sözleşmesine uymayan kimse, yuvasının dağılmasına sebep olur. Ahde vefasızlık hayatın her alanında insanın karşısına hep olumsuzluk olarak çıkar. Bu kimse, hem Allah katında hem insanlar ve toplum nazarında itibiar ve değer kaybeder, güven yitirir, sevilmez ve sayılmaz konuma düşer. Sadece bununla da kalmaz, “kul hakkı” üstlenmiş ve büyük günah yüklenmiş olur.
Prof. Dr. İsmail Karagöz
İNSANA SAYGI
Profesör Üstün Dökmen, bir dergide dergisinde yayımlanan röportajında,
"Yere düşen ekmeğin üstüne basan insan görmedim ama yere düşen insanı tekmeleyen çok kişi gördüm" diyor...
Saygılı olmaktaki kusurlarımızı şöyle anlatıyor:
- Birbirimize saygılı olma konusunda 3 tip temel hatamız var...
Avrupa'da yaşayan vatandaşımız, orada yerlere çöp atmıyor ama Kapıkule'den girer girmez yerlere tükürmeye, çöp atmaya başlıyor. Niye burada böyle yapıyorsun diye sorulduğunda, herkes böyle yapıyor diyor. Kendi fikri olmayan insanın duruma göre hareket etmesidir bu.
İkinci hatamız, adama göre davranmamız. Karşımızdaki adam iri yarıysa, 'Buyur Abi', diyoruz, ufak tefekse, 'Ne var lan!' diyoruz. Oysa ki, insanların onuru birbirine eşittir.
Üçüncü hata, keyfimize göre davranmak. Keyfimiz yerindeyse eve girerken 'Merhaba millet' diyoruz, değilse surat asıyoruz. Oysa keyfimiz yerinde olsun olmasın insanlara saygılı davranmak zorundayız.
Diyorum ki, yerdeki ekmeğe saygılı olma konusunda ülkemde mutabakat var, kimse basamaz, ayağıyla dürtüklemez ya da öper, koyar bir kenara.
Ekmek nimettir kabul, peki insan nimet değil mi?
BALTAYI BİLEMEK
Bir ormanda iki kişi ağaç kesiyormuş. Birinci adam sabahları erkenden kalkıyor, ağaç kesmeye başlıyormuş, bir ağaç devrilirken hemen diğerine geçiyormuş. Gün boyu ne dinleniyor ne öğle yemeği için kendine vakit ayırıyormuş. Akşamları da arkadaşından birkaç saat sonra ağaç kesmeyi birikiyormuş. İkinci adam ise arada bir dinleniyor ve hava kararmaya başladığında eve dönüyormuş. Bir hafta boyunca bu tempoda çalıştıktan sonra ne kadar ağaç kestiklerini saymaya başlamışlar.
Sonuç: İkinci adam çok daha fazla ağaç kesmiş.
Birinci adam öfkelenmiş : - Bu nasıl olabilir? Ben daha çok çeliştim. Senden daha erken ise başladım, senden daha geç bitirdim. Ama sen daha fazla ağaç kestin. Bu isin sırrı ne?
İkinci adam yüzünde tebessümle yanıt vermiş : - Ortada bir sır yok. Sen durmaksızın çalışırken ben arada bir dinlenip baltamı biliyordum. Keskin baltayla, daha az çabayla daha çok ağaç kesilir.
Kendimizi geliştirmek, baltamızı bilemektir. Kendimize zaman ayırıp, yaşamımızı objektif bir bakışla gözden geçirmektir. Zayıf bulduğumuz alanlarımızı geliştirmek için çaba göstermektir. Bu zihnimizin, ruhumuzun karakterimizin güçlenmesi için olmazsa olmaz bir koşuldur. Yaşamımızda başarılı, mutlu ve doyumlu olmak istiyorsak baltamızı bilemek için kendimize zaman ayırmalıyız.
1-Nahl 16/91-92.
2-Bakara, 2/40.
3-En’am, 6/152; bk. Bakara, 2/40.
4-Maide, 5/1.
5-İsra, 17/34.
6-Ra’d, 13/20.
7-Müminun, 23/8; bk. Mearic; 70/22-35.
8-Al-i İmran, 3/76.
9-Bakara, 2/27.
10-Al-i İmran, 3/77.
11-Nahl, 16/95.
"Aliya İzzetbegoviç'ten İslam Dünyasının Özeti;“Din söz konusu olduğunda, insanları genel olarak inanan ve inanmayanlar olarak ayırırız. Dikkat edelim ki bu ayrım çok sathi ve epey basitçedir. Bunun içinde en kalabalık olan, üçüncü topluluk eksiktir. O topluluk, kendini inanan sayan ve öyle ifade eden fakat hakikatte öyle olmayan kimseler topluluğudur. Onlar az ya da çok Allah’a ibadet eden, bayramları kutlayan, dinin belli bazı “adet” ve sembollerini yerine getiren fakat onlar korkudan savaş alanından hemen kaçan, ticarette son derece soğukkanlı olarak aldatan, vicdan azabı duymadan başkasının sırtından geçinen, içki içen ve eğlenen, bin sene yaşayacakmış gibi hayatlarını, mallarını ve makamlarını yitirmekten korkan veya kendilerinden güçlü olanlara esirmişçesine yalakalık yapan kimselerdir. Bu tip insanların belirgin özellikleri korkudur. Hayat için korku, mal için korku, makam ve mevki için korku. Bir güç sahibi veya hükümetin desteğini kazanmak için çabadır onların yaptıkları. Bütün bu korkular arasında bir tek korku eksiktir: Allah korkusu. Bu ruhla ve böylesine belirsiz ve ikiyüzlü atmosferde kendi nesillerini büyütürler.
Ancak bu üçüncü kitlenin varlığını dikkate aldığımız zaman, dünyada birçok şeyi daha kolay anlamaya başlarız ve neler olduğu ile neden öyle olduğunu anlama imkanına kavuşuruz.
Bugünkü İslam dünyası, içinde gerçek dinin az fakat sözel, şekli dinin çok olduğu dinlerin tipik örneğidir. Hiçbir yerde dine adanmışlık yok-fakat aynı zamanda ve sadece prensip olarak-din kayıtsız olarak öne çıkarılır ancak dinin somut taleplerinin pratikte bu kadar az yerine getirildiği görülmemiştir. İşte bu paradoks, şekil ve içeriğin bu karşıtlık durumu, İslam ülkelerinin çoğundaki vaziyeti açıklayabilir. Belki bu, iradesiz ve hareketsiz bir durum olmayan, artık uyuşukluktan uzak ancak hakiki yönü ve neticesi olmayan kendine has bir yerde sayma ve zaaf durumundadır.
Bu dünyadaki Kur’an’ın vaziyeti çok plastik bir biçimde durumu yansıtmaktadır. Orada, her evde Kur’an’ı özel, yüksek bir yerde bulacaksınız. O, en iyi hediye olarak kabul edilir, onun için en iyi kağıt kullanılır, insanlar ise bugün bile onun için en iyi kaligrafiyi kullanmak ve onun kapakları ve sayfalarını fantastik süslemelerle çizmekte yarışmaktadır. Çocuğun ilk okuduğu ve öğrendiği şey Kur’an’dır fakat bütün bunların yanında bu çocukların çok büyük bir bölümü Kur’an’ın gerçek içeriğini ve önemini öğrenmeden büyüyecek ve yaşlanacaktır. Kur’an tartışmasız bir semboldür. Ancak kanun olmaktan çıkmıştır. Halbuki tersi olmalıydı. Dikkat edin ki Kur’an okunmak yerine, güzel sesle seslendirilip yorumlanmaktadır. Böylece ne Araplar ne de Arap olmayanlar artık onun manasına ulaşmıyorlar ve Kur’an’ın benzersiz melodisinde, artık hiç kimse emredici ve kesin, bazen tatlı tatlı uyaran ve davet eden bazen ise tehdit eden yüksek sesle haykıran fakat her zaman ve yeniden tüm insan hayatının değişmesini talep eden hükümlerini tanıyamamaktadır.” Aliya İzzetbegoviç, İslam deklorasyonu kitabından.